- Akhisar’daki Eğitim- Sen ev sahipliğinde düzenlenen imza gününe çok sayıda kitap sever katıldı. Yazar Gedük, özellikle kitabı KIZIL AKŞAMLARIN GİRİT TÜRKÜSÜ adlı kitabı okurlarıyla sohbet ederek, kitabın yazım sürecini ve ilham kaynaklarını paylaştı. Okurlar, Gedük’e kitaplarını imzalatmanın yanı sıra, yazarla fotoğraf çektirme fırsatı da buldu.İlhan Gedük, imza günü sırasında yaptığı açıklamada, Akhisar’ın kendisi için özel bir yer tuttuğunu belirterek, “Akhisar, hem kültürel hem de edebi anlamda çok değerli bir şehir. Buradaki okurların ilgisi beni çok mutlu etti. Kitaplarıma gösterilen bu ilgi, beni daha da motive ediyor” dedi.
Bundan önce anlatılanlardan gayrı hükmüm yok. Keşke olabilseydi. Lakin anımsatmak da güdülüyor insanı yazmaya. Üretkenlerin göğe doğrulanmış sıkılı yumruklarından terleyen o misk-i amber kokusunu örneğin. İsmi ağaç kabuklarına kazınan, ağaç büyüdükçe kabuklardan silinen o kadim ve mahrem sevdaları. Tarlaya serpilmeden çuvalından dökülen, iki taş arasında zar zor filizlenen buğday tanesinin o bitmez tükenmez yalnızlığını. Sessizliğinin sesini. İlle de unutulan umudu tabii. Kendimce. Anlatabilmek yetimin çizdiği sınırla.
Anlatabildiklerimiz duyumsadıklarımızın posasıdır aslında. Biliyorum, hemen her anlatıcı için durum böyle. Diğerlerinden aksini duymadım hiç. Çatıştığımız konular da var tabii. Onlar anlatıcılığın özel bir durum olduğunda hemfikirler. Bu nedenle başka sıfatları
-sanatçı, yaratıcı- hak ediyorlar.
Bana kalırsa anlatıcı için sözcü sıfatı yeterlidir. Onu kendini olduran etkenlerden ayrı tutamayız çünkü. Yaptığı, kendini olduranların kendinde bıraktıklarını dışa vurmaktır, o kadar. Ressam için de böyle, heykeltıraş için de böyle.
Onlar yalnızca birer sözcüdür.
Bunu biri yapacaktı zaten; bu bir gereklilikti. Bu durumda yapana değil, yapılana odaklanmak gerek. Anımsamak için. Kendinde var olanı fakat bulamadığını, unuttuklarını, senden uzaklaşanı, söylemediğini, söyleyemediğini. O bunu senin adına söylemişti zaten. Bu yüzden sözcüydü o. Ve sen, söylenenler olur olmaz seğiriyorsa usunda, ne denli sana dairse yani, o nedenle oradasındır. Ondan öğrenmezsin. Yalnızca anımsarsın. Kendindeki kendileri en çok.
Okuyucu için yazma eylemi bu minvalde ele alınmalıdır.
Yazan için durum biraz daha karmaşıktır. Anlattıklarının kuvvetle muhtemel bir şeye yol açmayacağının farkındadır. Buradaki çelişki belki şöyle özetlenebilir; ‘kahrolası, bir o kadar da iç gıdıklayan anlatma güdüsü’.
Peki ben bugün niçin Eğitim-Sen’le birlikteyim?
Ağaç, dedim. Dal, kök, yaprak, dağ, su, toynak, yele, kanat, yüzgeç, gök, bulut, yağmur, kar, diken, vaşak, dere, ot, sülün, saksağan… başka neyim kaldı? Yan yanaydık. Onları korumak için birlikte devindik.
Kadın, dedim ona. Eşim, anam, bacım, kızım o. Yaşamın tam kendisi; ben, oyum… o, ben. Dedi, yanındayım.
Emek, dedim. Tütün kıranın, çelik dövenin, tebeşir tutanın hiç mi hükmü yok? Var, dedi. Oldum bittim biz bunun için varız.
Özgürlük, dedim. Irkçılığın, mezhepçiliğin, nefret cinayetlerinin olmadığı bir ülke var mı? Olacak, dedi. Hem de bu topraklarda.
Benim için umudun tam kendisidir Eğitim- Sen. İçinde barındırdıklarına şahidim çünkü. Anlatıcılara kulak kesilen bir yanı da var üstelik.
Mutlu, umutlu, özel ve güzel günleriniz vardır hani. Öyle bir günde yanınızda olmasını istediğiniz kimseler de. Onlar yoksa kendinizi eksik hissedersiniz. Bu gün benim için öyle bir gün. Eğitim- Sen buradayken her şey yolundaymış gibi geliyor bana. Hiçbir eksiğim yok. Sanki herkes burada…